
2025 yılı itibariyle Avrupa Birliği (AB), hem iç politikalarında hem de bütçesel önceliklerinde önemli bir sınavdan geçiyor. Avrupa Komisyonu’nun özellikle Macaristan’a uyguladığı mali yaptırım, sadece mali boyutuyla değil, AB’nin temel ilkeleriyle olan ilişkisi açısından da tarihî bir dönüm noktası olarak değerlendiriliyor. Yaklaşık 18 milyar euroluk bir yardım paketi, Macaristan’ın temel hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve medya çoğulculuğu gibi Avrupa değerleri açısından önemli konularda ciddi gerileme gösterdiği gerekçesiyle donduruldu. Bu yardımın yalnızca 10,2 milyar euroluk kısmı, bazı reform şartlarına bağlı olarak serbest bırakıldı; kalan fonlar ise hâlâ askıya alınmış durumda.
Bu gelişme, Avrupa Komisyonu’nun “hukukun üstünlüğü” ilkesine ne denli önem verdiğini gösterse de, aynı zamanda AB içindeki doğu-batı ayrışmasını derinleştiren bir etki de yarattı. Özellikle Avrupa Parlamentosu’nda 26 milletvekilinin, Komisyon’u yeterince kararlı davranmamakla suçlaması ve Macaristan’a ait tüm fonların kesilmesini istemesi, bu meseledeki sertleşen tutumları ortaya koydu. Ancak hukukun üstünlüğünü koruma adına alınan bu tedbirler, AB içinde yeni siyasi gerilimlerin ve karşıt bloklaşmaların da önünü açmış durumda.
Bu kararın hemen ardından, aralarında Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerin de bulunduğu toplam 14 AB üyesi ülke, Avrupa Komisyonu’nun bütçe planına karşı ortak bir bildiri yayımladı. Bu grup, Komisyon’un öne sürdüğü “tek ulusal plan” modeline doğrudan itiraz etti. Bu modele göre, her ülke Komisyon’un onayladığı tek bir bütçe planı çerçevesinde hareket etmek zorunda kalacaktı. Ancak 14’lü grup, böyle bir yaklaşımın fazla merkeziyetçi olduğunu, yerel öncelikleri ve bölgesel kalkınma hedeflerini dışladığını savundu. Bu ülkeler, bütçenin tek bir merkezden yönetilmesinin değil, her ülkenin kendi ekonomik yapısına ve yerel ihtiyaçlarına göre esnek biçimde kullanılmasının daha doğru olacağını ifade etti.
Görünüşte yalnızca teknik bir bütçe tartışması gibi duran 14’lü bildirinin aslında çok daha derin bir siyasi anlam taşıdığı açıkça görülüyor. Bu açıklamayı yapan ülkelerin büyük bölümü, özellikle Doğu ve Güney Avrupa’da yer almakta ve uzun süredir Avrupa Birliği içinde ikincil konumda bırakıldıklarına inanmakta. Avrupa Komisyonu’nun Macaristan’a yönelik sert yaptırımları, ilk bakışta hukukun üstünlüğü gibi temel değerlere dayanıyor gibi görünse de, birçok başkentte bu yaklaşım çifte standartlı ve dışlayıcı olarak algılanıyor. Komisyon’un Macaristan’a yönelik sert tutumu, idealist bir hukuk savunusu olarak sunulsa da, bu kararlılık bazı üye devletlerde siyasi ayrışmaları derinleştiren bir unsur haline geliyor.
Bu bağlamda, bildiriyi imzalayan 14 ülkenin, Macaristan’a doğrudan sahip çıkmasa da ortak açıklama aracılığıyla dolaylı bir destek sunduğu söylenebilir. Çünkü söz konusu bildiri, yalnızca merkezi bütçe planlamasına karşı bir duruş değil, aynı zamanda Brüksel merkezli karar alma yapısına karşı topyekün bir tepkiyi yansıtıyor. Komisyon’un merkezileşme eğilimine karşı çıkarken, aynı zamanda Macaristan gibi ülkelerin yalnızlaştırılmasına da mesafeli durulması, AB içinde yeni bir çıkar ortaklığı ve bölgesel bloklaşma eğiliminin yükseldiğini gösteriyor. Başka bir ifadeyle Macaristan bu bildiride yalnızca imzacı olarak değil, aynı zamanda savunulan fikirlerin somut örneği olarak da arka planda temsil ediliyor.
Sonuç olarak, Macaristan’a yönelik yaptırımlar hukuki açıdan gerekçelendirilebilir olsa da, bu kararların AB’nin iç bütünlüğü üzerinde yaratabileceği olası etkileri göz ardı edilemez. Avrupa Komisyonu’nun hukukun üstünlüğü konusundaki kararlılığı, Batı Avrupa’daki birçok kesim tarafından memnuniyetle karşılanırken; özellikle ekonomik olarak daha kırılgan ve siyasi olarak daha bağımsızlıkçı olan üyelerde “ikinci sınıf muamele görüyoruz” hissiyatını besleyebilir. Bu durum, yalnızca güncel bir kriz değil, aynı zamanda AB’nin geleceğine dair daha derin ve yapısal tartışmaların önünü açabilecek bir kırılma noktasıdır. Bu açıdan 14 ülkenin ortak bildirisi, yalnızca mevcut bütçe planına karşı bir teknik itiraz değil; aynı zamanda Birlik içinde daha adil, yerinden yönetimi esas alan ve çoğulcu bir yapının savunusudur.
Önümüzdeki bütçe görüşmeleri bu anlamda yalnızca paranın hangi ülkeye ne kadar gideceğini değil, aynı zamanda AB’nin nasıl bir siyasi birlik olarak şekilleneceğini de belirleyecek. Bugün yaşanan tartışmalar, belki de AB’nin içinde kalıcı bir bölünmenin ve farklı hızlarda ilerleyen yapısal bir dönüşümün habercisidir.
