
Orta Avrupa siyasetinde son yıllarda gözlemlenen en belirgin gelişmelerden biri, demokratik kurumların aşınmasıyla paralel biçimde Rusya’nın artan etkisidir. Özellikle Macaristan ve Slovakya örnekleri bu eğilimi somutlaştıran en dikkat çekici iki vaka olarak öne çıkmaktadır. Her iki ülkede de hükümetlerin ve siyasi elitlerin Brüksel yerine Moskova’ya daha yakın bir çizgi izlemesi, Avrupa Birliği içindeki dayanışmayı zayıflatmakta ve bölgesel kutuplaşmayı derinleştirmektedir. Söz konusu eğilim yalnızca dış politikadaki yönelimlerle değil, aynı zamanda iç politikada muhalefet üzerindeki baskılar ve medyanın kontrol altına alınmasıyla da ilişkilidir. Bu nedenle hem Slovakya hem de Macaristan, Orta Avrupa’nın geleceği açısından belirleyici sınav alanları olarak dikkatle incelenmesi gereken örneklerdir.
Slovakya özelinde son dönemde yaşanan gelişmeler, demokratik gerilemenin toplumsal tepkiyle nasıl karşılandığını da gözler önüne sermektedir. Ülkede Başbakan Robert Fico’nun hükümeti, Rusya ile yakınlaşan politikaları ve Ukrayna’ya desteğin kesilmesi yönündeki adımları nedeniyle yoğun protestolarla karşı karşıya kalmıştır. Bu protestolar sadece klasik bir muhalefet gösterisi değil, aynı zamanda Avrupa Birliği ile Rusya arasında sıkışmış bir ülkenin kimlik krizinin yansımasıdır. Slovakya’da sokaklara çıkan on binlerce insan, hükümetin Rusya yanlısı duruşunu ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan politikalarını hedef almıştır. Fico’nun söylemleri ve uygulamaları, Slovakya’yı Avrupa’nın merkezinden giderek uzaklaştırırken, Rusya’ya daha bağımlı bir çizgiye itmektedir. Dolayısıyla bu durum, hem ülkenin iç demokrasisi hem de AB içerisindeki konumu açısından ciddi bir kırılma noktasıdır.
Macaristan’da ise benzer bir tablo farklı biçimde sahnelenmektedir. Uzun süredir iktidarda olan Viktor Orbán, Moskova ile yakın ilişkilerini sürdürürken, muhalefet cephesinde de Rusya’nın doğrudan müdahale iddiaları gündeme gelmiştir. Macar muhalefet liderlerinin, Kremlin’in ülkedeki siyasal süreçlere doğrudan etki etmeye çalıştığı yönündeki açıklamaları, Rusya’nın yalnızca dost hükümetlerle değil, muhalefet ve toplumsal yapılar üzerinde de bir nüfuz kurma stratejisi izlediğini göstermektedir. Bu iddialar, Macaristan’ın Avrupa Birliği içerisindeki konumunu daha da tartışmalı hale getirmekte; çünkü Brüksel’de Macaristan’ın Rusya’ya adeta “Truva atı” işlevi gördüğü yönünde giderek güçlenen bir kanaat oluşmaktadır. Böylece Macaristan, hem içerideki demokratik normlardan uzaklaşması hem de dışarıda Kremlin’le kurduğu bağlar nedeniyle Avrupa’daki liberal demokrasinin kırılganlığını ortaya koymaktadır.
Her iki ülkenin durumuna birlikte bakıldığında, Orta Avrupa’da benzer dinamiklerin farklı siyasi koşullarda yeniden üretildiğini görmek mümkündür. Slovakya’da Rusya etkisi daha çok hükümet politikaları ve doğrudan toplumsal tepkiler üzerinden tartışılırken, Macaristan’da bu etki siyasal alanın tüm aktörlerini kapsayan daha geniş bir müdahale biçiminde kendini göstermektedir. Ancak sonuç itibarıyla ortaya çıkan tablo benzerdir: demokratik kurumların işlevsizleşmesi, muhalif seslerin bastırılması ve AB ile giderek gerilen ilişkiler. Bu bağlamda, Orta Avrupa’nın söz konusu iki ülkesi, Kremlin’in etki alanının Avrupa Birliği’nin kalbine kadar nasıl nüfuz edebildiğini gösteren çarpıcı örneklerdir.
Bu tabloyu tarihsel bağlam içinde okumak da önemlidir. Macaristan ve Slovakya, Soğuk Savaş yıllarında Sovyet nüfuz alanının doğrudan parçasıydı. Dolayısıyla toplumsal hafızada Moskova’nın etkisi hâlâ canlıdır. Her iki ülkenin AB ve NATO’ya üyelikleri, Batı’ya yönelimin bir garantisi olarak görülse de bu yönelimin ne kadar sağlam temellere dayandığı tartışmalıdır. Bugün yaşanan gerilemeler, aslında bu ülkelerde demokratikleşme süreçlerinin yüzeysel kaldığını ve güçlü kurumlar inşa edilemediğini ortaya koymaktadır. Özellikle medya özgürlüğünün zayıflığı, yargının siyasallaşması ve muhalefetin kurumsal gücünün sınırlı olması, Rusya gibi dış aktörlerin nüfuz kurmasını kolaylaştıran yapısal zeminler yaratmaktadır.
Avrupa Birliği açısından mesele sadece demokratik standartlar değil, aynı zamanda güvenlik politikalarıdır. Slovakya ve Macaristan’ın Moskova’ya yakın çizgi izlemesi, Ukrayna savaşına dair ortak pozisyonların sulandırılmasına yol açmaktadır. AB’nin Rusya’ya karşı aldığı yaptırım kararlarının tam anlamıyla uygulanamaması, Birliğin caydırıcılığını zayıflatmakta ve Putin’in stratejik hedeflerine hizmet etmektedir. Bu noktada, Orta Avrupa ülkelerinin Kremlin’e açtığı “arka kapı”, yalnızca Brüksel’in siyasi birliğini değil, aynı zamanda NATO’nun askeri uyumunu da tehdit eden bir kırılganlık yaratmaktadır.
Bununla birlikte, bu gelişmeleri yalnızca dış politika ve Rusya faktörüyle açıklamak eksik olacaktır. Slovakya ve Macaristan’daki yönelimler, aynı zamanda ekonomik sorunlar, toplumsal kutuplaşma ve elitlerin güç yarışlarıyla da ilişkilidir. Yükselen enflasyon, gelir adaletsizliği ve sosyal güvencelerin zayıflaması, halkın bir kesiminde otoriter liderlere duyulan desteği artırmaktadır. Bu da demokratik kurumların gerilemesini meşrulaştıran bir toplumsal taban yaratmaktadır. Böylece Moskova yalnızca dışarıdan bir aktör olarak değil, mevcut kırılganlıkları derinleştiren bir aktör görevi görmektedir.
AB’nin bu tablo karşısında elindeki araçlar sınırlıdır. Birlik, hukuki süreçler ve fon kesintileriyle baskı kurmaya çalışsa da, bu yöntemler hem toplumsal etkide yetersiz kalmakta hem de iktidarlardaki ve toplumdaki milliyetçi söylemlerini beslemektedir. Örneğin Orbán, Brüksel’in eleştirilerini “ulusal bağımsızlığa saldırı” olarak çerçeveleyerek kendi tabanını daha da sağlamlaştırmaktadır. Slovakya’da Fico da benzer şekilde “Brüksel’in baskısı” söylemini kullanarak Rusya ile yakınlaşmasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu durum, AB’nin demokratik gerilemeye karşı daha yaratıcı ve kapsamlı stratejiler geliştirmesi gerektiğini göstermektedir.
Toplumsal düzeyde ise Slovakya’daki protestolar, halkın hâlâ güçlü bir demokratik refleks gösterebildiğini ortaya koymaktadır. Bu protestolar, Fico’nun politikalarının otomatik olarak kabul edilmediğini ve toplumun geniş bir kesiminin Avrupa değerlerine bağlı kalmak istediğini göstermektedir. Macaristan’da muhalefetin sesinin daha kısıtlı olması, benzer bir toplumsal direnç hareketinin ortaya çıkmasını zorlaştırmaktadır. Ancak Rusya müdahalesi iddiaları, toplumda yeni tartışmalar açarak bu sessizliği kırma potansiyeli taşımaktadır.
Sonuç olarak Slovakya ve Macaristan, Orta Avrupa’da demokratik normların aşındığı ve Rusya etkisinin en çok hissedildiği ülkeler konumuna gelmiştir. Slovakya’daki kitlesel protestolar, toplumun hâlâ direnç gösterebileceğini gösterirken; Macaristan’daki müdahale iddiaları Kremlin’in nüfuzunun ne kadar sistematik olduğunu ortaya koymaktadır. İki ülkenin ortak noktası, AB’nin merkezinde yer almalarına rağmen Moskova’ya yakınlaşarak Birliğin bütünlüğünü zayıflatmalarıdır. Bu da bize, Avrupa’nın geleceğinin yalnızca büyük güçler arasındaki çatışmalara değil, aynı zamanda küçük ve orta ölçekli üyelerin iç siyasi yönelimlerine de bağlı olduğunu göstermektedir. Eğer bu eğilimler tersine çevrilemezse, Orta Avrupa giderek AB’nin yumuşak karnı haline gelecek ve Rusya’nın Avrupa siyasetinde daha da belirleyici bir aktör olmasının önü açılacaktır.
